Wabi Sabi – Estetiğin Japoncası
Altını ne kadar çizsek az gelir. Japon Kültürü, belki de hakkında en fazla genelleme yapılan, klişelerle tarif edilen ve çoğu zaman hakkında bilgi kirliliği yaratılan kültürdür.
Bunun en önemli sebebi Japonya ile ilgili bilgilerin dünyaya 16.yy’dan itibaren, hatta günümüzde de, Batı literatüründen sağlanmış olmasıdır. Japon ve Japonya ismleri dahi başta Portekizli denizci tacirlerin, misyonerlerin ifadeleri ile ortaya çıkmıştır. Japonya ile nisbeten erken dönemde iletişim kurmuş bu Batılı’lar ve Marco Polo, Japonya’ya atıfta bulunurken Mandarin veya Wu Çincesinden kaynaklı “Cipangu”, “Jepeng”, “Zeppen” gibi telaffuzları esas almıştır. İngilizce literatüre ise ilk defa Portekizli bir Cizvit misyoneri olan Luís Fróis’in 1565 tarihli bir mektubuyla “Giapan” olarak girmiş ve bu şekilde küresel bir isim haline gelerek, Türkçemize de dahil olmuştur.
1543’te Japonya’nın Portekiz’li tacirlerle bu ilk temasının ardından süren yüz yıllık ticaret ve kültür alış-verişini Tokugawa Şogunluğu’nun 1633’ten itibaren uyguladığı izolasyon (sakoku 鎖国, kilitli ülke) politikası izlemiştir. Japonya’nın bu inzivası 1853’te Amerikan “Kara Gemileri”nin (kurofune, 黒船) Japonya’yı zorla uluslararası ticarete açmasına kadar devam etmiştir.
Bakufu (askeri diktatörlük) rejiminin sona ermesi ve Meiji restorasyonu ile sonuçlanan bu süreç, Japonya’nın özellikle Amerika ile uzun ve karmaşık ilişkilerinin ve dünyaya Japon Kültürü’nün daha ziyade Amerikan bakış açısı ile aktarılmasının da başlangıcı olmuştur.
II. Dünya Savaşı mağlubu olarak 50’li yıllarda canavarlaştırılma döneminden sonra, 70’li ve 80’li yıllarda Japonya küresel bir ekonomik dev olarak ortaya çıktığında artık Japonya modern kuşağın zihninde 1980’li yıllarda çevrilen filmler sayesinde samuraidır, ninjadır, geyşadır, sushidir.
Oysa klasik Japon Kültürü, içine girdikçe derinliğinin farkına varılabildiği, bu farkındalıkla daha çok araştırma yaptıkça insanın içinde daha da kaybolduğu, her öznesi birbiriyle aslında çok bağlantılı, entegre bir labirenttir.
İşte benim aslında entegre bir bütün olarak gördüğüm bu kültürün temelinde ise kendini en başta sanatta fark ettiren (veya Batılı gözlerin sanatta fark edebildiği) “wabi-sabi” yatar.
Wabi-sabi, Japonca’da ve Japon Kültürü’nde lafzî tercümesi çok zor, bazen imkansız olan yüzlerce kavram ve terimden bir tanesidir.
Kanjisi (侘寂), kederlenmek, kederli durumda olmak gibi kabaca tercüme edebileceğimiz 侘(びる-wabiru) ile yalnız, kimsesiz anlamına gelen 寂(しい-sabishii) karakterlerinden oluşur. Bazı kaynaklarda “wa”nın uyum, barış anlamındaki wa’dan geldiğini, “sa”nın ise genel kabul görmüş güzellikten farklı olanı ifade ettiği iddia edilse de, bu iddia sadece kavramsal olarak doğrudur. Zira Japonca kaynaklar bize burada kullanılan kanjileri göstermektedir.
Bu linguistik anlatım dahi Japonca ve Japon Kültürü ile içli dışlı olan kimseler için bazı bağlantılar kurmaları için yeterli gelmiş olabilir ancak bin yıllar içinde kültürel bir temel halini alan wabi sabi bu dilsel tarifin çok ötesindedir.
Her zaman bir mükemmellik, aşırı bir kuralcılık, nizamilik, ciddiyet atfedilen Japon Kültüründe, wabi-sabi bu ön yargıları yalanlarcasına, Budizmdeki “varlığın üç izi” öğretisi ile de örtüşen “mükemmeliyetten uzaklık, cefa, üzüntü ve ızdırap çekmeyi 苦”, “kalıcı olmayanı / fâniliği – 無常”, ve “nâtamam, hatta boş 空” olanı ifade eder. Bu tabii ki kültürün en önemli ürünlerinden biri olan sanatı icra ederken bir şeyi kasten eksik bırakmak, cılız yaratmak veya özen göstermemek anlamında değildir. Buradaki mükemmeliyetten uzaklık ölümlü olmayı, geçici olmayı, tevazuyu, gayreti ifade eder. Melankolik bir haldir. Tıpkı dalında birkaç gün olağanüstü bir güzellik sergileyerek, varlığının zirvesindeyken yitip giden Sakura gibi.
Wabi-sabi’nin bu özellikleri tamamlanmamış daire şeklindeki bir fırça darbesinde, bir zen bahçesinde, yüzeyi cilâsız, pürüzlü hatta belki çatlak, ağzı engebeli, bir çay kasesinde (chavan, 茶碗), bir haiku’da veya bir çay töreninde kendini gösterir.
Birçok sanat öğretmeni wabi sabi’yi “tercüme etmek” gibi bir çabaya asla girişmez, çünkü tercüme edilemez. Dille ve yazıyla bir yere kadar anlatılır. Wabi-sabi günlük hayatımızda doğada, kültürde ve sanatta onun vücut bulmuş örnekleri gözlemlenerek idrak edilebilir.
Birçok halde gözlemlenen şey bizi kendine o kadar hayran bırakır ki onun “mükemmel” olduğunu düşünürüz. Bir çay töreninde özenle hazırlanmış malzemeler, çay hazırlayan ve sunanın yumuşak, akıcı ve aynı zamanda kesin hareketleri, inanılmaz bir ayrıntı ve hassasiyetle hazırlanan ve sunulan çay, ve bu törenin icra edildiği ortam… Halbuki tam da o törende, çayı hazırlayan ve sunanın misafirine gösterdiği azami ihtimam ve saygı ile kendi önemsizliğini, tevazusunu ortaya koymaktadır. Wabi-sabinin Batı’dakinden farklı estetiği, kullanılan cilasız toprak çay kasesinde (chavan, 茶碗), güzel ama son derece basit ve ucuz bambu gereçlerde, ocaktan (ve belki tokonomadan) başka hiçbirşeyin bulunmadığı bomboş odada gizlidir.
İşte bu yüzden Japon Kültüründen doğmuş bu güzelliğe, estetiğe ve farklı sanat formlarına insanlar hayran olurlar. Ne niye hayran olduklarını ifade edebilirler, ne de içten içe hissettikleri eksikliği anlayabilirler.
Hayran olunası olan da, eksik olan da fiziki bir olgu değil, “wabi-sabi”dir. O kusurdur, o yalnızlıktır, o tevazudur, o üzüntüdür. O mükemmel olma imkansızlığına rağmen harcanan çaba, duyulan özlem ve arzudur.