Sadakat 忠義
Ekim 2013’ün son haftası Fazıl Say’ın Tokyo Turnesi’ne ve Reha Erdem’in filmlerinin de yer aldığı Tokyo Uluslararası Film Festivali’ne katılmak, sevgili dostum Engin Yenidünya’yı ziyaret etmek amacıyla Tokyo’da bulundum. O hafta iki ayrı tayfun ve bir deprem Tokyo’yu vurdu. Tayfun devam ederken, şiddetli yağmur ve fırtına esnasında yaşlı bir belediye işçisi bir üst geçidi merdiven korkuluklarına kadar siliyor ve temizliyordu. Bu yazımı Tokyo gibi bir mega metropolü, Japonya gibi 130 milyonluk bir ülkeyi bu kadar kusursuz ve temiz tutan o belediye işçisi gibi sadakatle görevine sarılan binlercesinin asil ruhuna ithaf ediyorum.
Basitçe “verdiğiniz sözde durmak ve yarattığınız beklentiye uygun hareket etmek” olarak tanımlayabileceğim sadakat, tarih boyunca her medeniyetin filozoflarının, sosyologlarının, din adamlarının, savaşçılarının ve devlet adamlarının en çok tartıştığı değerlerden biri olmuştur.
Bazıları sadakatin değerini ancak karşıt kavramı olan ihanet ve ona bağlanan suç ve ceza olguları ile anlar. Oysa sadakatin önemini ve güzelliğini tarih boyunca ortaya koyan nice davranış örnekleri ve çalışmalar vardır.
Öğrencisi Plato’nun Dialoglar’ından öğrendiğimiz Sokrates’in öğretilerinden, Roma’nın pacta sund servanda’sına Batı’nın sadakate verdiği önem ve değer, Konfüçyüs’ten Mao’ya Asya ana karasının sadakate verdiği önem ve değer, bilinen en eski kodifikasyon olan Sümerler’in Ur-Nammu kanunlarından, Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e İslâm medeniyetinin sadakate verdiği önem ve değer elbette ki çok büyük ve merkezîdir.
Ancak hiçbir toplum ve sistem, sadakati, ahde vefayı Japon toplumu kadar dürüst ve samimi biçimde yaşamamıştır ve bugün de yaşamamaktadır. Vazifeye sadakat, ebeveyne sadakat, atalara sadakat, verilen söze sadakat, emanete sadakat, dosta sadakat, eşe aileye sadakat ve bir savaşçı olarak erdemlere ve efendiye olan sadakat Japon kültüründe tarihin her döneminde benzersiz bir adanmışlık, samimiyet ve kendine karşı dürüstlük ile yaşanmıştır. Bu tespiti sübjektif bir düşkünlükle sadece ben yapıyorum zannedilmesin. 1549 – 1551 yılları arasında Japonya’da misyonerlik yapan Cizvit Francis Xavier’dan bugüne kadar Japonya hakkında ciddi ve önyargısız bilgi edinen ve değerlendirme yapan tüm batılılar da bu durumu tespit etmişlerdir.
Bunun en büyük sebebini her toplumun aynı zamanda ilk ahlâk ve hukuk sistemini teşkil eden din felsefesinde ve kültüründe aramak gerekir. Japonya’nın içinde çok güçlü şamanik ve atalar kültü öğeleri taşıyan milli dini Shinto, ilk sadakat görevinin anne-babaya ve atalara karşı olduğu vurgusunu yapar. Kişinin kendisine hayat veren, koruyan, büyüten ebeveynine karşı ve atalarına karşı sadakati, itaati, onları amelleriyle onurlandırması ve onlar yittiğinde bu sadakati kendi ailesine, vazifesine atfetmesi yaşam şartlarının çok çetin olduğu bu ada toplumunda toplumsal ve siyasi düzenin, hukukun, ekonominin ve güvenliğin sağlanmasındaki sürekliliğin anahtarı olmuştur. Konfüçyüsçülük, Bushido ve Zen felsefeleri ve uygulamaları ile de sadakat ve sorumluluk Japon toplumunun genetik haritasına adeta başkent olarak kazınmıştır.
Bushido’nun (savaşçının yolu – 武士道) yedi temel ilkesinden olan ve sadakat anlamına gelen “chuugi -忠義” iki karakterden oluşur. Bunlardan ilki 忠 (chuu) iç ve kalp karakterlerinin üst üste yazılmasından oluşur. Yani ilk karakter dahi iç/merkez ve kalp/ruh/vicdan anlamına gelen iki ayrı karakterden meydana gelir. Bu ilk karakter kendi başına “vefa, bağlılık, adanmışlık” anlamlarına gelir. İkinci karakter olan 義 (gi) ise “adalet, dürüstlük, doğruluk” anlamlarına gelir.
Yani “sadakat” kelimesinin anlam öğelerini Japon dilinin derinliğinde ve güzelliğinde bulmak dahi mümkündür. Bu öğeler vicdanımızın ve ruhumuzun merkezindeki doğruluk, dürüstlük, vefa, adanmışlık ve adalettir.
Sadakatin dini, felsefi ve dil bilim yönünü, diğer bir ifadeyle Japon kültüründeki teorik yönünü kısaca da olsa ele aldım. Fakat buraya kadar olan kısmını hemen her medeniyetin temel erdemsel öğretilerinde bulmak mümkündür. Konumuzu özel kılan, sadakatin tarih boyunca Japonya’da toplumsal olarak çok özel ve kusursuz bir uygulamayla ete kemiğe bürünerek hayat bulmuş olmasıdır.
Bushido ve bushido ile birlikte şekillenmiş Zen Budizm’i gözü kara ve müthiş bir sadakat öğretisi üzerine kurulmuştur. İnsan sözünde durabilmek, kendinden beklenen görevi kusursuz bir biçimde yerine getirebilmek için iyi niyetle (bona fides) azami çaba sarfetmelidir. Hayatına hatta kendi sevdiklerinin hayatına mal olsa dahi (fedakârlığın da en büyüğünü göstererek) görev yerine getirilmeli ve onur korunmalıdır. Zira sözün tutulamaması ve taahhüdün ifa edilememesi gibi bir utanç ile samurai hayatına devam edemez. Bugün anlaşılması güç hatta akılsız bir vahşet olarak görülebilecek bu erdemli davranış, Japon tarihindeki sayısız örnekleriyle bize sadakatin anlamını öğretir.
Haksız yere seppukuya (harakiriye) zorlanan efendilerinin intikamını almak için iki yıl boyunca ailelerinden ve kendilerinden vaz geçerek zorluk ve yokluk içinde plan yapan, en sonunda efendilerinin intikamını aldıktan sonra kendileri de oracıkta seppuku (harakiri) yaparak bağlılık ve sadakatle adaleti tecelli ettirmek için ölüme koşan kırkyedi rōninin (chuushingura, 忠臣蔵) mezarı bugün hala binlerce Japon tarafından ziyaret edilmektedir.
Sahibi Profesör Ueno öldükten sonra, O’nu dokuz yıl boyunca her gün aynı saatte geldiği Shibuya tren istasyonunda bekleyerek ölen Hachiko isimli köpek, sadakat olgusuna büyük önem veren Japon halkının kalbinde taht kurmuş ve Shibuya tren istasyonuna bir heykeli dikilmiştir. (Hakkında çekilen 1987 tarihli Hachiko Monogatari isimli film mutlaka izlenmelidir.)
1600 senesinde iç savaş dönemini (sengoku jidai, 戦国時代) büyük ölçüde sona erdiren ve Tokugawa Shogunluğu’nun başlamasını sağlayan Sekigahara Savaşı’nda, Tokugawa generallerinden Matotada Torii, kaçabilecek çok zamanı ve imkânı olmasına rağmen savunulması mümkün olmayan Fushimi Kalesi’ni sadece iki bin kişilik kuvvetiyle, Mitsunari Ishida’nın kırk bin kişilik kuşatma ordusuna karşı son on adamı ölünceye kendisi de düşman eline geçmemek için seppuku yaparak ölünceye kadar savunmuş ve bu kahramanca ve serdengeçti savunmasıyla efendisi Tokugawa’nın kendi ordusunu toplayarak nihayetinde Sekigahara Savaşı’nı kazanmasına ve Japonya’da iç savaşın bitmesine imkân vermiştir. Ölmeden önce yazılı olarak oğlu Tadamasa’ya bıraktığı tek miras şu sözlerdir: “Ölümden kaçınarak utanca düşmek savaşçının yolu değildir. Savaşçının kendisini efendisine sadakatle feda etmesi değişmez bir ilkedir. Efendim için canımı feda edebilmek ailem için gururdur, benim de yıllardır güttüğüm en büyük hayalimdir.”
Sadakatin temel ve öz olduğu işte bu binlerce yıllık kültür ve bu kültürün samimi olarak uygulanması, yaşanması Japon toplumunu “genetik olarak sadık” kılmıştır ve bu sadakat günümüzde iş hayatı, ekonomik başarı, toplumsal barış başarısı gibi birçok yerde kendini göstermektedir. Batıda ve bizde beyaz yakalılar, bir kişinin ömür boyu aynı şirkette çalışmasını bir “enayilik” olarak görebilir. Ancak Japonya’da bir kişi işe sadece “işçi” olarak alınmaz. Daha alınırken gerek şirketin çalışana, çalışanın da şirkete samimi bir güven duyması beklenir. Şirket çalışanın ailesi olur, çalışan da şirketin aile ferdi olur. Yılbaşı konuşmalarında patron önce çalışana değil, çalışanın eşlerine, çocuklarına destekleri ve varlıkları için teşekkür eder. Bu sisteme ve olguya marugakae (total-man, 丸抱え) denir. Şirketle, çalışanlarla birey arasında, Batı’ya anlamsız ve yabancı gelen bir bütünlük, tutarlılık, bir sadakat ilişkisi ortaya çıkar.
İşte tüm bu anlatabildiğim ve anlatamadığım olgular, yaşlı bir belediye işçisinin tayfun esnasında dahi olsa bir üst geçidi temizlemekten vazgeçmemek şeklinde ortaya çıkan ve Batı’dan, Orta Doğu’dan çok daha ileride bir görev bilincini, toplumsal sorumluluk, proaktif katkı bilincini ve kendine saygıyı doğurmaktadır.
Çocukluğu birlikte geçmiş olan iki samurai, ilk gençlik yıllarını da birlikte aynı kalede görev yaparak geçirirler. Bu iki savaşçının birlikte yapmaktan en çok zevk aldıkları şey güz ortasında kalelerinin zen bahçesinde dolunay izleyip (tsukimi, 月見) karşılıklı haiku atışması yapmaktır. İki genç samurai’dan biri başka bir kalede görev yapmak üzere gönderilir ve gitmeden önce arkadaşına dostluğumuzun değeri şerefine her güz ortası ne olursa olsun seninle Tsukimi yaparak haiku okumak için buraya döneceğim diye söz verir. Gerçekten geçen bir çok yıl içinde her güz ortası arkadaşının yanına gelerek dostluklarının en güzel alışverişini ve ritüelini yapmaya devam ederler. On yıl böyle geçer ve onuncu yıl bir görev için diğer arkadaş kaleden ayrılan arkadaşının olduğu yere gider. Ona sürpriz yapabilecek olmanın heyecanıyla ziyarete vardığında arkadaşını sorar. Ancak ziyateçiyi arkadaşını ziyaret edebilmesi için götürdükleri yer bir mezarbaşıdır. On yıldır kendisini Tsukimi için her güz ortası ziyaret eden en sevgili çocukluk arkadaşı aslında beş yıl önce tamamen haksız bir şekilde ihanetle (sadakatsizlikle) suçlanarak idam edilmiş ve son arzusu olarak talep ettiği “arkadaşıma verdiğim sözü tutamayacağımı bildirin” ricası da “sen hainsin, ihanet ettin, şimdi bu sözü mü düşünüyorsun” denerek yerine getirilmemiştir.
İşte o an kanı çekilerek ve tüyleri diken diken, kendisini ziyaret edenin beş yıl önce o şartlar altında idam edilen arkadaşının sözünü tutabilmek için arafta kalan ruhu olduğunu anlar.
Bir damla göz yaşı yanağından süzülürken, arkadaşının ruhu için dua okur, teşekkür eder ve arkadaşını bu sözünden azad ederek ruhunu rahata kavuşturur…