Gezi Milât mıdır? Henüz değil.
Hayır, Gezi milât değildir. Gezi’nin üzerinden beş ay geçtikten sonra, bizler tüm kişisel inanç ve kılık kıyafet özgürlüklerini savunurken, baş örtülü bir kadın milletvekili, kapalı olmayan tüm kadınlara “kirli” diyebiliyorsa “özgürlüklerin” aslında ne demek olduğu bellidir ve Gezi’nin üzerine yememiz gereken kırk fırın ekmek var demektir.
Gezi’de ortaya çıkan temel hak taleplerini, uzlaşma ruhunu ve özgürlük anlayışını bizler siyasi ve toplumsal alanlarımızda hakim kılamazsak, Gezi, bir milât olamayacak, ancak sert ve insafsızca bastırılmış sayısız romantik direnişten biri olarak geçmişimizde kalacaktır.
Gezi’nin milât olabilmesi için en azından TBMM’de bulunan tüm siyasi partilerin yapısının, kafasının, onları oraya getiren ve orada tutan mevzuatın ve uygulamanın, eğitim sistemimizin ve toplumsal hayatımızın temelden değişmesi gerekir.
Her şeyden önce gereken cesarettir ve bu cesareti topladıktan sonra mesele zeki adımlar atmaya kalır. Bu adımların ne olduğu ve nasıl atılacağını ayrıca konuşacağız. Neden adım atmalıyız? Neden bu adımları biz atmalıyız? Neden şimdi atmalıyız?
Çünkü, Türkiye’nin yönetimi bir “PR ve iletişim projesi” olarak yürütülmektedir. THY yer ekibi arasına baş örtülü bir kardeşimizin konulmasıyla veya meclise baş örtülü milletvekili sokulmasıyla baş örtüsü problemi çözülmüş gibi; gayrı Müslim azınlıklarımızın ağızlarına bal çalınarak diğer tüm (etnik, cinsel tercih, din, mezhep dahil) azınlık problemleri, Alevilerin ibadethane gibi en temel sorunları dahil hepsi çözülmüş gibi; Cumhuriyet tarihinin vicdanları en çok yaralayan hukuk uygulamalarıyla demokrasinin üzerinden askeri vesayet kaldırılmış gibi bir “PR” çalışması yapılmaktadır.
21. Yüzyıl Türkiye’sinde, Osmanlı’nın kanun koyucuları, insan hakları savunucuları Fatih’lerin, Kanunî’lerin torunu olduğunu iddia eden, ülkeyi demokratikleştireceğini, askeri vesayeti kaldıracağını, din ve vicdan hürriyetini herkes için tesis edeceğini, azınlıkları koruyacağını, herkesin tercihlerine ve yaşamına saygı duyacağını iddia eden, kendisi bizzat okuduğu bir şiir yüzünden hapis yatan bir lider ve onun partisinin on yıllık iktidarında erkler ayrılığı yok edilmiş, yargıya olan güven tamamen yok olmuştur.
Kadının adı yoktur, onun görevi en az üç çocuk yapmaktır, tecavüze uğrasa dahi kürtaj kararını alamaz, alması yasaktır. O travmatik insanlık suçu sonucu doğacak çocuğa gerekirse devlet bakar (sanki mevcut çocuk ve yaşlı bakım evlerine bakabiliyormuş gibi!) ve kadını psikolojik dilemmaya sürükler! Kadına şiddet son yedi yılda %1400 yıl artmıştır ve devlet bunu küçümsemeye devam ettikçe şiddetin dozu ve sıklığı ile birlikte, toplumdaki cinsiyet ayrışması görülmemiş boyutlara çıkmıştır. İşte bu sonucu baş örtüsü takmayanları “kirli” gören zihniyet yaratır.
UÇÖ ve DİSK raporlarına göre çocuk işçilik oranları ciddi artış göstermiş, ev hariç çalışan çocuk işçi sayısı 900binleri bulmuş, ev işlerinde çalışan çocuk sayısı 7,5 milyonu geçmiş, buna bağlı olarak çocuk işçilerin iş kazaları ve ölümleri artmış, ucuz istihdam stratejisi ve 4+4+4 denen eğitim sistemi bu kötü gidişata daha da uygun zemin hazırlamıştır.
Hipokrat yemini altında, insanlık vicdanı, tıp deontolojisi gereği ve ilgili mevzuatın da beklentisi olarak hastaya, yaralıya tıbbi müdahale vermeye koşan hekim takibata uğrar, mesleği tehlikeye girer, ailesine bakma derdine düşer. Hekimler hastanelerde, acil servislerde dövülür, öldürülür.
Türkiye dünyada en fazla gazetecinin tutuklu veya göz altında olduğu ülkedir. Bir gazeteci, gazetesine bomba atan kişiyle aynı davada yargılanır ve bomba atandan daha çok ceza alır! Tüm iş grupları üzerinde baskı kurularak aynı gruplara ait medya denetim altına alınır, hepsi kraldan çok kralcı olur. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, haber alma özgürlüğü dünyanın gözünün içine baka baka ihlal edilir.
Yargının üç sütunundan biri olan ve insanı “fert” yapan avukatlar adliyelerden yerlerde süründürülerek göz altına alınır ve tüm yurttaşların gururlarını kırabilmek için savunma taciz edilir.
Reyhanlı’da patlama olur, kurbanlar “benim sünni kardeşlerim” olur, Gezi olaylarında can derdiyle cami’ye sığınanlar “camide içki içen Allahsız” olur, “baş örtülü bacıya saldıranlar” olur. Marjinal olurlar, terörist olurlar!!! Ama Gezi’de okunan Yasin’ler, kutlanan kandiller, kurulan mescidler, kılınan namazlar görülmez.
Gezi olaylarının sadece 15 Temmuz’a kadar olan bölümünde yedi polis intihar etmiştir. En az beş kişi hayatını kaybetmiştir. Kısa mesafeli gaz ve plastik mermi ateşlemeleri sebebiyle üçü hayati tehlike altında 63’ü ağır 8163 kişi yaralanmıştır. 106 kişi kafa travmasına uğramış, 11 kişi gözünü kaybetmiş, bir kişi dalağını kaybetmiştir. On beş günde içinde kalıcı zararlar verebilecek gazlar ve kimyasallar da bulunan 150 bin adet gaz bombası atılmış ve 30 bin ton su sıkılmıştır. Evlerin içine, otellere ve tıbbi yardımda bulunulan alanlara gazlı saldırılar yapılmıştır. Aralarında “duran adamlar”, tweet atanlar, sadece anayasal toplanma hakkını kullananlar, hatta hiçbir şeyle alakası olmayanlar da dahil binlerce kişi göz altına alınmış, bunların yüzlercesi tutuklanmış ama elinde palayla kadın-erkek demeden herkese saldıranlar salıverilmiştir.
Ve hükûmet en az 2,5 milyon kişinin doğrudan fiziken mağdur olduğu tüm bu insanlık ayıpları dursun diye görüşmek üzere kendine muhatap olarak Hülya Avşar’ı ve gerçek adını bilmediğim, öğrenmek de istemediğim Polat Alemdar’ı seçmiştir.
İktidarın sadece ilk sekiz yılında 116 ile 282 arası faili meçhul cinayet işlenmiş, yargısız infaz/dur ihtarı/rastgele ateş açma sonucu 367 kişi hayatını kaybetmiştir. Gözaltında ya da cezaevinde 370 kişi hayatını kaybetmiştir.
Devlet opera, bale, tiyatroları ödenekleri ve idaresi kan ağlamaktadır. Sporda doping, şike, ahlâksızlık alıp yürümüştür.
Sadece geleneksel medya değil, sosyal medya ve Internet de yasak ve fiili kapatılma baskısı ve tehdidi altındadır. Hali hazırda Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde mahkum olmasına sebep olan bazı Internet kapatmaları devam etmektedir.
Kendini gerçekçi sananlar önce temel haklar değil doymak, güvende olmak gelir derler ve Türkiye’de insanların temel haklarına gelinceye kadar birçok daha acil derdi ile meşgul olduğunu iddia eder. Bu sav hatalıdır ve insan haklarının niteliğini tam olarak anlamamaktan kaynaklanır.
Temel haklar, insan olmakla elde edilen, insan olmanın gereğinin “kaynağı” haklar olduğu kadar, hukuk tarafından “vazgeçilmez” kabul edilirler. Diğer bir deyişle kişi kendi iradesiyle dahi bu haklardan vazgeçemez, böyle bir vazgeçmeye ilişkin tüm irade beyanları butlanla maluldür, yani yok hükmündedir.
Kim evlenmenin, aile kurmanın, adaletin, özgürlüğün, düşüncenin hayatta kalmaktan, karnını doyurmaktan daha az önemli veya farklı olduğunu söyleyebilir? Veya madem öyle idi niye tüm ahlâk, din ve hukuk sistemleri insan hakları üzerine inşa edilmiştir?
6000 bin yıl önceden başlayan Menes, Asoka, Hammurabi kanunları… 3000 yıl önceki Hindu Vedas, Agamas ve Upanishads öğretileri ile Tevrat!!! 2500 yıl önceki Budist Tripitaka ve Aguttara-Nikaya, Konfüçyüs, Anlam ve Öğrenme Doktrinleri… 2000 yıl önce İncil ve ardından Kur’an…
Tüm kutsal kitaplar, en büyük peygamberlerin hayatları, insanlık tarihinin en kutlu kahramanlık hikayeleri… Hepsi insanlık onuru için değil mi?
İbrahim’den bin yıl sonra Mısır’da Firavun’un kölesi olarak yaşayan Yahudiler için özgürlük, insanlık onuru savaşı veren Musa Peygamber bir insan hakları savaşçısı değil miydi?
Ömrünü baskıyla ve despotizmle mücadeleye, adaletin yücelmesine, hastalara ve düşkünlere deva olmaya adamış ve en sonunda tiranizme karşı teşkil ettiği riskten ötürü despot rejimin elinde can vermiş İsa Peygamber’in en önemli öğretisi adalet için dua etmek değil midir?
İslâm peygamberi Hz. Muhammed ve tebliğ ettiği Kur’an ilk olarak “okumayı” emretmiş ve belki de insanlar arasındaki tek farkı “bilenle”, “bilmeyen” olarak çekmiştir! İnsanca yaşamın temelini özgürlük olarak tespit etmiştir, kölelik rejimini zayıflatmak ve köleliği kaldırmaya yönelik hükümler sevk etmiştir. Hz. Muhammed ilk Ezan’ı, yani cemaati ilk namaza çağrıyı Köle Bilal’e yaptırmıştır! Fertler arasında renk, soy, dil, ırk, mevki farkını kaldırmak için gelmiştir. Suçu ve yanlışlığı ne olursa olsun işkenceyi ve kötü muameleyi yasaklamıştır. Özel hayatın mahremiyetini korumuştur. İnsanları düşünmeye ve araştırmaya davet etmiştir.
Magna Carta ve türdeşleri, Aydınlanma Çağı, Fransız Devrimi, kölelik düzenleri ve yıkılışları, Dünya Savaşları, etnik temizlikler, İnsan Hakları Evrensel Beyannameleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bizi günümüze taşırken, bir de koskocaman bir Osmanlı tecrübesi, özgürlüğümüzü ve benliğimizi geri kazandığımız bir Kurtuluş Savaşı tecrübesi ve doksan yıllık bir Cumhuriyet tecrübesi geçmiştir.
Cumhuriyet’in 90. Yılında yazımın başındaki tablonun oluşmasına sebebiyet veren toplumsal ve siyasi yapının, başta siyasi aktörleri olmak üzere tüm unsurlarıyla birlikte esaslı bir değişime girmesi gerekmektedir. Toplumumuzun, iktidar partisiyle, muhalefet partileriyle Anadolu medeniyetinin tüm tarihi unsurlarına, tüm zenginliğine ve mukaddes değerlerimize de saygı duyarak bir gelişme, ilerleme, evrim ihtiyacı ve talebi vardır.
Gezi, barışçıllığıyla, insancıllığıyla, zekâsıyla, milyonları sokağa döken, uzlaşmaz denenleri uzlaştırabilecek olgunluğu ve bilgeliğiyle, bitti derken yeniden filizlenen cesur ama şiddetten uzak gururuyla, vatandaşın kahramanlığı ve bu kahramanlık sayesinde vatandaşın keşfettikleriyle başlı başına bir motivasyon, bir umut, bir ilham ve bir inançtır. Hak ve adalet talebinin dahi ötesine geçmiş, tüm dünyada eşi benzeri olmayan evrensel bir duygu bağıdır.
İşte kendi öz değerlerimiz üzerine inşa edeceğimiz ilerleme ve gelişmenin milâdını “Gezi” olarak işaretlemek, bu doğumun bir “ölü doğum” olmamasını fiilen sağlamak ancak insan olarak kendine saygısı olan biz özgür bireylerin sorumluluğu, görevi ve de hakkıdır.